YAZAN: ŞİRİN ÖTEN
Mutluluğun sırrını aramayan var mı? Bu konuda insanlık çok farklı inanışlara bölünmüş durumda. Kalabalık tarafta mutluluğun sırrını arayan milyonlarca insan, daha az sayıda olsa da “mutluluk diye bir şey yoktur!” Hatta “insan mutlu olmak için dünyaya gelmemiştir” diyenler, diğer yandan “mutluluk an andır ve geçicidir” diye düşünenler, “dünya o kadar kötü ki, kimse gerçekten mutlu olamaz” diye söylenenler ve daha birçok farklı görüşe sahip insanla karşılaşmak mümkün. Mutluluğun sırrını arayıp bulamayanlarla, mutluluk konusunda daha umutsuz düşüncelere sahip olanların ortak paydası ise mutsuzluk belki de…
Adını ilk kez, kariyerinin zirvesinde dizi setini terk eden Meryem Uzerli sayesinde duyduğumuz “Tükenmişlik sendromu” çağımızın en salgın hastalığı haline gelmiş durumda. Literatürde bu sendromun nasıl bir illet olduğundan şöyle bahsediliyor.
“Kişisel güvende azalma, işe yoğunlaşamama, değersizlik hissi, huzursuzluk, kendini soyutlanmış hissetme, çabuk öfkelenme, tatminsizlik ve çaresizlik gibi bilişsel becerilerde güçlükler yaşama…”
Semptomların hiç biri bende yok diyen var mı? Bu semptomların gündelik hayatımıza yansıması ise aşağıdaki durumların açığa çıkmasına sebep oluyormuş uzmanlara göre;
“Kronik yorgunluk, enerji kaybı, uyku bozuklukları, nefes darlığı, mide problemleri”
Şimdi biraz daha tanıdık geldi mi? Peki, belirtileri hemen hepimizde bulunan, adına sendrom dediğimiz bu durumun bir hastalık olarak kabul edilmediğini söylesek? ICD-10 adı verilen ve hastalıkların ve ilgili sağlık sorunlarının uluslararası sınıflandırılması olarak tanımlayabileceğimiz listede, bu durum bir hastalık olarak kabul edilmiyor. Bu kavram ilk olarak, 1970’lerde Amerikalı psikolog Herbert Freudenberger tarafından, şiddetli stres ve yüksek ideallerin sonuçlarını açıklamak için kullanıldı. Günümüzde çeşitli kliniklerde farkındalığı arttıracak psikoterapiler uygulansa da, aslında bu sendrom için şifa olduğu kesinleştirilmiş bir reçete yok. Uzmanların uzlaştığı en önemli tavsiye ise ilginç;
“KENDİNİZE ZAMAN AYIRIN”
Peki, kendimize nasıl bir zaman ayırmalıyız? Mesela alışveriş yapmak? Tatile gitmek? Bunların da olumlu bir etkisi olacaktır ancak bu hastalık bile olmayan garip durumun neden hepimizi sarıp sarmaladığına biraz daha dikkatlice bakmak gerektiğini düşünüyoruz.
İnsan doğanın bir parçasıdır ve aslında tüm işleyişi doğanın genel yasalarında gizlidir. İnsanın bir mikro-kozmos olduğunu söyleyen felsefecilerin sayısı saymakla bitmez ancak bu felsefeciler arasında önemli bir noktanın altını çizer Spinoza;
“Evren mikro ve makro Kozmos olarak ikiye ayrılmıştır. Başlangıçta bir olan bu iki evren, insanın duygu ve tutkularının esiri olması yüzünden ayrışmıştır. Neyin iyi ve neyin kötü olduğu makro Kosmozun doğasında belli ve gizlidir.”
Hatırlarsanız Freudenberger, “Tükenmişlik Sendromu” tabirini “yüksek ideallerin sonuçlarını” anlatmak için kullanmıştı. Yüksek ideallerimiz çoğu zaman bizim mutluluğa erişmek için kendimize koyduğumuz ön koşullar değil midir? Çok para kazanmak, İyi bir evde yaşamak, ünlü olmak ve daha bir sürü şey…
Birçok insan, ulaşmaya çalıştığı ideallerin, daha çok tüketebilme olanaklarına sahip olmak anlamına geldiğinin farkında bile değil. Oysa doğada hiçbir canlı ihtiyacından fazlasını tüketme eğiliminde değildir. Üstelik doğada herhangi bir şeyi tüketen her varlık aynı zamanda üretmek zorundadır. Bir ağaç mesela karbondioksit tüketebilmek için, Oksijen üretmek zorundadır. Yani evrendeki karbondioksiti hak etmek için oksijen vermek onun doğasıdır. Bu basit ve mikro örnek doğanın en önemli prensiplerinden biridir. İnsan da bir Mikro Kozmos olduğuna göre, tükettiği kadar üretmediğinde hem doğanın hem de kendisinin dengesi bozulacaktır. Şimdi şehir yaşamına bakalım. Her an oksijen tükettiğimiz için bile bir şeyler üretmek zorunluluğumuz varken, bizler çok daha fazlasını tüketmiyor muyuz? Sizce “Tükenmişlik sendromu” sonucunda oluşan değersizlik hissi nereden geliyor olabilir? Bilinçaltımızda, tükettiklerimizi hak etmemiz gerektiğini söyleyen bir kozmos var. Modern hayatımızda tüketici olmaktan, üretici olmaya geçmediğimiz sürece içimizdeki kozmos dengeyi bulmayacak. Yapılan istatistikler somut ürün üreten fabrika işçilerinin özgüveninin, soyut üretimlerde bulunan ofis çalışanlarından çok daha yüksek olduğunu söylüyor. Çünkü insan elleriyle ürettikleri sayesinde doğadaki diğer canlıların bir adım önüne geçti. Dolayısıyla insan sadece fikir ve duygu üreterek, üretme ihtiyacını karşılayamaz. “Tatminsizlik” duygusunun da kaynağına indiğimize göre, konuyu sanata getirmenin tam zamanı…
Her şeyin makinalarla yapılmaya başlaması ellerimizi boşta bıraktığından beri sanata daha çok ihtiyacımız olduğu artık neredeyse gün gibi ortada. Günümüzde hala ellerimizle üretebilme şansını tanıyan sanat, aynı zamanda tükettiğimiz için oluşan çirkinliğe karşı, güzellik üreterek ruhumuzu rahatlatacak, değersizlik hissimizi bir nebze de olsa tedavi edecektir. Sanat, Spinoza’nın işaret ettiği tehlikeden uzak kalarak üretebileceğimiz en önemli alanlardan bir tanesi. Sanat üretimi tutkuların ve duyguların değil, ilkel dürtülerin devrede olduğu bir bilinçaltı ifadesi. Yani yeniden dengeyi bulmak için en önemli araçlardan biri.
Tek başına sanat üretmenin, gündelik hayatımız içinde bir alışkanlık haline gelmesi kolay değil. “Kutuda Sanat Var” ekibi olarak, hazırladığımız sanat kutularıyla işinizi kolaylaştırmaya çalışsak da, yoğun şehir temposunda, sanat kutularımızı bile ihmal etmek zorunda kaldığınızı biliyoruz. Sizden bununla ilgili aldığımız çokça mesaj, bizi harekete geçirdi ve sizin için yeni bir formül yaratmak için kafa yorduk. “Kutuda Sanat Var” olarak, şimdi de “Sanat Atölyeleri” ile bahaneleri ortadan kaldırmaya çalışacağız. Birlikte üretmek, birbirinden feyz almak için sizi sanat atölyelerimize bekliyoruz. “Tükenmişlik Sendromuna” karşı uzmanların tavsiyesini hatırlayalım;
“KENDİNİZE ZAMAN AYIRIN”
Gelin birbirimize sanat üretecek zamanı ayırarak, değersizlik hissi, kendini soyutlanmış hissetme, tatminsizlik gibi semptomları çöpe süpürmeyi deneyelim. Spinoza’nın dediği gibi; Makro Kozmos’da neyin iyi ve neyin kötü olduğu gizliyse, doğaya yeniden bakalım. Göç eden hiçbir hayvan yalnız değildir. Sürüler halinde göç ederler. Öyleyse gelin, günlük koşturmacadan, bilinçaltımıza, renklerin, boyaların dünyasına hep birlikte göç edelim. Doğamızla temas edip, neyin iyi, neyin kötü olduğuna birlikte bakalım.
Atölyelerimizden haberdar olmak ve kendinize ayıracağınız zamanları size hatırlatabilmemiz için burdan mail listemize kaydolabilirsiniz. Instagramda gözünüzün önünde tutmanız da bir seçenek...
1 comment
Uzun zamandır eskisi gibi hissedemiyorum. Daralıyor, bunalıyorum ofis ortamlarında. Saatlerce doğru düzgün oksijen bile almadan bilgisayar ekranlarına bakmak ruhumu çürütüyor, hissediyorum. Ben çocukken Annem gelinlik işlerdi ve biz de evde ona yardım ederdik. Bütün gün boncuk işlerdik bembeyaz gelinliklere.O kadar keyif alırdım ki el işi yapmaktan. Çünkü gerçekten bir şey yaptığımı gözlerimle görüyordum. Annem güzel hikayeler anlatırdı, kardeşlerim o gün olanları anlatırdı. Hep beraber şarkı söylerdik. Belki çok az kazanıyor gibi görünüyorduk ama aslında biz asıl o zamanlar çok şey kazanıyorduk. Sevgi vardı, emek vardı daha bir çok şey. Bu yazıyı okuyunca o günlere gidip geldim. Hayat bizi tüketmiş hakikaten. Dikiş tutan ellerim önce kalem tuttu şimdi de bir şey tutmuyor sadece dokunuyor. Klavyeye, ekrana, boşluğa, huzursuzluğa, kaygıya, ümitsizliğe…