KUTU YAZARI: DİLEM CENGİZ
Türkçeye “gerçeküstücülük” olarak çevrilen sürrealizm akımı temel olarak aklın denetimini reddeder. Estetik ve ahlaki kaygıların üzerinde, yeni bir sanat anlayışının arayışıdır. Bilinç ve gerçeklik; bilinçdışı ve rüyalar sürrealist eserlerde bir araya gelir ve aslında sürekli olarak yeniden keşfedilir. Keskin sınırlamaların ve tanımların aksine daha sonsuz bir alanda gezinme imkânı sunar.
Andre Breton 1924’te yayımladığı manifestolarda sürrealist akımı “Estetik veya ahlaki kaygılardan arınmış olarak, mantık tarafından uygulanan hiçbir kontrolün geçerli olmadığı, düşüncenin kendini ortaya koyduğu bir düzlem” olarak tanımlar. Ve bu tanımı ilk ve son kez yaptığının altını çizerek belirtir. Çünkü sürrealizm de Dadaist akım gibi gelmiş geçmiş tüm kuralları ve “sanat” kavramlarını yıkmayı hedefler.
Frida Kahlo sürrealist akımın en çok bilinen, hakkında en çok konuşulan ve dolayısıyla en çok tüketilen kadın ressamlarından biridir. Kahlo’nun sürrealist sanat çevresiyle teması 1938 yılında Andre Breton’un Meksika’ya ziyaretiyle başlar. Kahlo’ya Amerika’da bir sergi açmasını teklif eder. 1939 yılında ise Amerika’daki sürrealistlerle birlikte sergi açmak için Paris’e giderler. Frida Kahlo sanat eserleri dışında, zorlu bir hayat yaşamış ve bu koşullara rağmen üretmeye devam etmiş güçlü bir kadın figürü olarak da karşımıza çıkar.
Zaman içerisinde Frida Kahlo’nun kendisi de yaptığı otoportreler aracılığıyla ikonlaşır. Son yıllarda artan sosyal medya kullanımıyla popülerleşen Kahlo bir figür olarak sıklıkla karşımıza çıkıyor. Resimleri ve kendi portresinin rengarenk çizimleri çantadan deftere, telefon kılıfından t-shirte geniş bir yelpazede satın alınabilir bir nesne olarak sunuluyor. Ortaya koyduğu eserler hem tüketim toplumunun bir parçası oluyor hem de olumlu anlamda tanınırlık da sağlıyor. Fakat gözden kaçırdığımız şu ki, en az Frida Kahlo gibi güçlü, muhtemelen adını duymadığımız, aynı dönemde, aynı akımda ve aynı sanat çevresinde üretimde bulunmuş çok fazla ressam ve yazar var.
Gertrude Abercrombie
(1909-1977)
“Karmaşık şeylerle ilgilenmiyorum, biraz tuhaf olan basit şeyleri resmetmeyi seviyorum.”
17 Şubat 1909‘da Amerika’nın Austin kentinde dünyaya gelir. Ailesi Amerika ve Avrupa’yı dolaşan gezici bir opera topluluğunda çalışmaktadır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ailesiyle birlikte Berlin’den dönüp Chicago’ya yerleşir. 1925’te Illinois Üniversitesi’nde dil bilimleri okur. Üniversitedeyken sanat dersleri de alır. Mezun olduktan sonra Amerikan Sanat Akademisi ve Sanat Enstitüsü Okulu’nda yarı zamanlı olarak çalışır. Lakin 1933’te “Kamu Sanat Eserleri Projesi”ne (devlet destekli sanat programlarının ilki) atanması kendini ilk kez sanatçı gibi hissetmesine neden olur.
Resimlerinde sıklıkla tekrarlanan ay, kediler, kurak ağaçlar, baykuşlar, Viktorya dönemi mobilyalar, seramikler, karanfiller temalarını görebiliriz. Gertrude için resmedeceği şeyler iç bilincinden hızlıca gelmelidir. Kendini iyi bir ressam olarak değil, iyi bir sanatçı olarak tanımlar. Kendi çağındaki sanata çok fazla ehemmiyet vermez, etkilenmez. Yine de René Magritte’in çalışmalarında önemli bir esin kaynağı olduğunu belirtir.
Yaşamının son çeyreğinde geçirdiği çeşitli hastalıklara, evin bir kısmına sıkışıp kalmasına rağmen son gününe kadar çalışmaya ve üretmeye devam eder.
Remedios Varo
(1908-1963)
“Keçimden daha deli olduğumu düşünüyorum.”
Remedios Varo, 1937’de taşındığı Paris’te İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı döneme kadar sürrealist sanatçıların etkinliklerine ve sergilerine katılır. Bu sürrealist toplulukla birlikte 1941’de Meksika’ya sürgüne gider. Çalışmalarında bilinçaltı ile gerçeğin arasındaki bağlantıları araştıran sürrealist teknikleri kullanır. Sezgi, rüya ve kurgu karışımının farkı versiyonlara bölünmüş gerçekliğinin yorumlanmasında sürrealizmin yeni bir boyutunu keşfeder. Matematik, astronomi, botanik ve biyolojinin yanı sıra simya ve büyücülük gibi bilimlerle de ilgilenir.
Jomi Garcia Ascot’un yönetmenliğini yaptığı, kendisinin de rol aldığı “Remedios Varo” (1967) isimli 25 dakikalık kısa biyografi filmi de var. (https://www.imdb.com/title/tt0282897/)
Leonora Carrington
(1917-2011)
“Her neyse, sanat dakikalar içinde günleri çürüten ve saatleri eriten bir büyüdür, öyle değil midir?”
Leonora, 20’li yaşlarındayken Londra’da sürrealist ressam Max Ernst ile tanışır. 1937 senesinden 1940’a İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar birlikte Paris’te yaşarlar. Savaşın yıkımı Leonora ve Ernst’i birbirinden ayrılmak zorunda bırakır. Leonora İspanya’ya gider ve zihinsel bir çöküş dönemi geçirir. Bu dönemden beslenerek yazdığı, otobiyografik öğeler içeren “The Hearing Trumpet” fantastik edebiyat türünde “Alis Harikalar Diyarı” gibi bir klasik haline gelir.
Leonara’nın hikayeleri, resimleri kadar önemli bir yer kaplar. 1938’de “The House of Fear” isimli kitabı basılır. Max Ernst önsözünü yazar ve hikâyeyi kolajlarla resmeder. Bir yıl sonra yine Ernst’in çizimleriyle beş öyküden oluşan “The Oval Lady” yayımlanır.
Resim ve hikâye tekniklerini bir bakıma aynı potada eritir. Resimlerindeki öğeler tek tek bazen anlam ifade etmese de bir araya geldiğinde hikayeleşir. Gerçek ve mitolojik, yarı insan ve yarı yaratık temaları 70 yıl boyunca Carrington’un eserlerinde sıklıkla tekrarlayan temalardır. Hayvanların dünyasına ve doğaya büyük saygısı vardır.
Dorothea Tanning, Helen Lundeberg, Meret Oppenheim, Kay Sage, Rosa Rolanda aynı dönemlerde sürrealist akıma dahil olmuş, resimden heykele, yazıdan fotoğrafa çeşitli çalışmalar yapmış kadın sanatçılardır. Oppenheim’ın günlük hayatta kullanılan ürünleri kürk ile kaplayarak yaptığı yerleştirmeler ilgi çekicidir. Bu yerleştirmeler onun imzası gibidir ve gündelik nesneler ile kadın bedeninin toplumsal olarak sömürülmesini eleştirir.